Sevgi nedir? Bir soruyla başlıyoruz bugün yazımıza. Kolay bir soru değil tabiî ki. Var mıdır sevginin tanımı? Yapabilir misiniz tarifini? Koyabilir misiniz bir ölçü? Elbette ki hayır! Anlatmak zordur sevgiyi. Çünkü bir duygudur kendisi ve duygular anlatılmaz sadece yaşanır. Herkesin yaşadığı farklı duygulardır ve anlatılanlarda hep farklıdır. Siz bu satırları okurken, eğer bir an, ‘ya gerçekten nedir sevgi?’ diye düşündüyseniz, bilin ki, o düşünceleriniz o an size ait olan duygunun etkisidir. O etkinin kelimelere yapılan izdüşümüdür. Hepimiz farklı şeyler söyleriz sevgi için. Bugün yazımızda, sevginin tarifini değil ama nelerin sevgi ifadesi olabileceğini iki hikâye ile paylaşacağız. Sevgi karın doyurur mu diyenlerin hayretle okuyacağı ilk hikâyemizde; ermişlerden birine sormuşlar ‘sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?’ diye. Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasındanda derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş, bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz diye şart koymuş. Peki, demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. Buyurun deyince, her biri uzun boylu kasığını çorbaya daldırıp, sonra karsısındakine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
İkinci hikayemizde de üç kızı olan bir padişahımız var. Bir gün kızlarını başına toplayıp sorar :
– Beni ne kadar seversiniz? diye sormuş. En büyük kızı:
– Dünyalar kadar… Ortanca kızı:
– Kucak kadar… Küçük kızı da:
– Tuz kadar severim, demiş. Padişah, küçük kızın cevabına çok sinirlenmiş:
– İnsan tuz kadar sevilir mi hiç, demiş. Ardından küçük kızını cellâda teslim etmiş. Cellât, kızı kesmek için dağa götürmüş. Kız cellâda yalvarmış:
– Sen de babasın, bana kıyma ne olur! Cellât, kızın yalvarmalarına dayanamamış, onun yerine bir hayvan kesmiş. Kesilen hayvanın kanını da kızın gömleğine bulayıp padişaha getirmiş. Küçük kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir köye ulaşmış. Hikâye bu ya, orada köyün zenginlerinden birine kul köle olmuş. Büyümüş, çok güzel olmuş. Güzelliği ilden ile dilden dile yayılmış; kısmet bu ya bir başka padişahın oğluyla evlenmiş. Aradan bir hayli zaman geçmiş, küçük kız başından geçenleri kocasına anlatmış ve birlikte babasını yemeğe çağırmaya karar vermişler. Gereken hazırlıklar yapılmış. Kızın padişah babası söylenen günde yardımcılarıyla birlikte ziyafete gelmiş. Padişah ve beraberindekiler sofraya oturduğunda yemeklerin tuzsuz olduğunu görmüşler. Padişah hangi yemeğe el attıysa eli geri gitmiş ve nitekim yemeklerin hiç birini yiyememiş. O sırada küçük kız padişahın sofrasından ayağa fırlamış:
– Padişahım, duyduğuma göre siz küçük kızınızı, sizi tuz kadar sevdiğini söylediği için öldürtmüşsünüz, demiş. Padişahın söz söylemesine fırsat vermeden:
– İşte o küçük kız benim, demiş. Ve, bütün yemekleri tuzsuz yaptırdım ki, tuzun değerini anlayasınız. Padişah, yaptığından utanarak küçük kızının boynuna sarılmış, çünkü tuzun ne kadar kıymetli olduğunu anlamış.
Yüzyıllardır şairler ozanlar anlatmış sevgiyi. Hala da anlatılıyor. Anlatmaya bir ara verip yaşayalım, yaşatalım. Bu vesile ile, ‘yaratılanı sev yaratanı hatırlayarak’ deyip tekrar sizlere en derin sevgilerimi ifade ediyorum. Hoşcakalın.