Londra Olimpiyatının Anlattıkları

Dört yılda bir düzenlenen Londra 2012 olimpiyatları 202 ülkenin katılımı ile başladı. Kimilerine göre “harika, müthiş” olarak değerlendirilse de oldukça sıradan bir açılış töreni oldu. İngiltere’nin kendine ait değer ve yaşam tarzının yansıtıldığı açılışın bir önceki Pekin’de düzenlenen olimpiyat açılışının bile gerisinde kaldığı söylenebilir. Bir sonraki olimpiyat oyunları 2016 yılında Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde yapılacak. 2020 yılında yapılacak olimpiyatları İstanbul’a almak için çalışmalar başlarken ulusal medyada birçok köşe yazarı şimdiden, sanki olimpiyatların İstanbul’a verilmesi kesinmiş gibi, açılış ile ilgili kurdukları hayalleri yazmaya başladılar. Yazılanların bazıları tam evlere şenlik. Gazetesinin adıyla tam zıt denilebilecek bir yazı kaleme alan ulusal gazetenin köşe yazarına bakın; “… açılış seremonisinde İstanbul’un Fethi, Kılıç Kalkan Ekibi, Anadolu Ateşi’nin dansları; Çanakkale Savaşları’nın canlandırılması gibi, sadece bizi ilgilendiren gösterilerden sıyrılıp, daha dünyevi düşüneceğimiz kareografilerle İngiltere’nin yaptığının bir fazlasını yapabilirsek, biz olimpiyatların altından kalkarız.” Londra’daki açılışı mükemmel olarak nitelendiren yazar acaba bu açılışta kaç tane dünyevi kareografi sayabilir. Toz pembe bir İngiltere portresinin adanın ünlü isimleriyle süslenmesindeki mükemmeliyet neresinde acaba?

Getirisi götürüsü tartışılan olimpiyatların ülkemize verilmesinin kolay olmadığı ortada. Olimpiyatları 3. kez düzenleyen Londra’da bile hala önemli sorunların yaşanması ve seyirci katılımının çok düşük olması göz önüne alınırsa futboldan başka spor dallarının seyircisiz oynandığı ülkemizde olimpiyatlar acaba faydalımı olur yoksa zararlı mı? Olimpiyatları almak için, “daha önce hiçbir Müslüman ülkeye verilmemiş olması” vurgusunun da sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Kuralları uluslararası olimpiyat komitesince konulan oyunların Hristiyanlığın sembolü çan çalınarak başlandığı ve Müslüman sporcuların hassasiyetlerine dikkat edilmediği malum. Müslüman bir ülkede bunlar hiç kimseyi rahatsız etmeyecekse, bu bir çelişki olmaz mı? O zaman olaya buradan girmek bile olimpiyatların alınmasını zorlaştırmaz mı?

Olimpiyatlarla ilgili yazımızın başlığında vurguladığımız bir başka konuya geçelim. Ülkemizin olimpiyat tarihinde ilk defa en çok branşta ve en çok sporcu ile katıldığı bu organizasyonda, bu yazının kaleme alındığı dördüncü güne kadar henüz madalya sevinci yaşanamadı. Sebeplerinin uzun uzun tartışılabileceği madalya konusunun aksine kafilede bulunan yabancı sporculara dikkat çekmek istiyorum. 16 branşta 114 sporcu ile oyunlara katılan ülkemizin 11 tane yabancı asıllı millî (?) sporcusu bulunuyor. Bu oyuncuları beşi atletizmde, ikisi güreşte, ikisi masatenisinde, birer kişi de basketbol ve boksta. Son yıllarda giderek artan, yabancıları milli takımlara alma furyasına rağmen madalyalarda bir artış yok. “Her ülke bunu yapıyor. Bu devirde bu fikirleri bırakın” demeyin sakın. Öncelikle biz ‘her’ ülke değiliz. Olamayız da. Bugün bir yabancı sporcuya milli takımda imkân sağlanması on yerli sporcumuzun önünün kesilmesi demektir. Bazı spor dallarında bireysel başarılarla olimpiyatlara katılımın gerçekleşmesi bu yanlışı haklı çıkaramaz. Kendi sporcularımıza ciddi manada destek sağlamadığımız sürece madalya sayımız tek haneli rakamlarda ve bireysel günübirlik başarılarda kalmaya devam eder. Sadece bir branştan basit bir örnek verirsek; büyük yatırımlar gerektirmeyen, salon ve büyük tesisler olmadan da yapılabilen masatenisinde kayda değer bir çalışmamız yok. Bugüne kadar olmadı da. Hal böyle olunca Çin’li sporcular Melek Hu ile Bora Vang’ın eline bakıyoruz. Bugün bile, hala her okula 1-2 tane masatenisi bile koyamıyoruz. Çoğunda zaten masatenisi koyacak kadar yer bile yok. Bu spora ilkokuldan başlansa ve somut projelerle teşvik edilse kesinlikle başarı gelir. Kaldı ki, ithal anlayışı ile bir yere varılamaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Yukarı Çık