İnsanlığa değer biçilir mi? Elbette biçilmez. En azından maddi bir karşılık bulmak mümkün değildir. Bir tebessüm olur bu bazen, bazen de bir sıcak karşılama. Sınırsızdır uçsuz bucaksızdır. Tarihimiz yazılmamış nice insanlık hikâyeleriyle doludur. Anlatılmaz çoğu zaten başa kakmış olmamak için ve de hayrını uçurmamak için. Güzel bir hikâye var ne demek istediğimizi anlatan.
Antika merakı olan bir genç bu merakı yüzünden Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam, antikacının yürümesine yardım ederken; “Günlerdir hasta olduğumdan, odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım” dedi. “Meğer seni bulmak için iyileşmişim.”
Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken; “odun olmadığı için soba yakamadım evlâdım”, dedi. “Ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.”
Ev sahibi, yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp edip o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Meselâ, hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşacak mıydı?
Genç adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgârın sesiyle uyandığı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayâl meyâl olsa bile bir şeyler parçaladığını duymuştu. Gözlerini açtığında, onun kuzine üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve yattığı yerden etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı. Hafifçe doğrulup çevresine baktı. Aman Allahım..! Antikalardan hiçbiri ortada yoktu. İhtiyar kurt, herhalde plânını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı. Sakin görünmeye çalışarak; “İliğim kemiğim ısınmış, çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum” deyiverdi. Yaşlı adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken, insanı düşündüren cümlesini söyler; “İskemle dediğin, dünya malı be evlâdım, biz misafirimizi üşütür müyüz?”
Kardeşin kardeşle kavgalı olduğu, intiharların, cinayetlerin, akıl almaz vahşetlerin kol gezdiği, dünyanın gözünün içine baka baka ülkelerin ülkeleri sömürdüğü günümüzde böylesi bir hikâye paylaşılmalı diye düşündüm. Uzun yorumlara gerek yok. “Dünya malı” en nihayetinde… Yeni yazılarda buluşuncaya kadar sağlık ve mutlulukla kalın, hoşcakalın.