Bir Garip Milletiz, Vesselam!

Her şeyimizle farklıyız gerçekten. Başlığa bakıp ta hemen öyle peşin hükümle olumsuz karar vermeyin. Amacım kesinlikle içinde yaşadığımız toplumun bazı olumsuz davranışlarını tahkir edici bir şekilde gündeme getirmek değil. Bunu yapmak şahsım başta olmak üzere kimsenin haddi de olamaz zaten. Hepimiz acısıyla tatlısıyla bu necip milletin bir ferdiyiz. Öyle ya da böyle paylaşıyoruz bu hayatı. Bir toplumu ya da milleti topyekûn genelleme yapmak asla doğru da olmaz. Fakat bazen ‘ah’ ettiğimiz bazen de ‘oh’ dediğimiz olayları kısmen tebessüm etmek, kısmen de düşünmek için paylaşmak istiyorum sizlerle. Çok hızlı gündemi değişen bir ülkede yaşadığımız için Perşembe günü yayınlanan yazılarımı Çarşamba gününe kadar özellikle sonlandırmıyorum. Her ne kadar etrafım kırmızı çizgilerle dolu olsa da, bir şekilde beyin fırtınası yaptıracak kadar âcizane çorbaya tuz katmaya gayret ediyorum.

Milletimizin ilginç özelliklerini anlatan kitaplar bile olduğunu biliyorsunuz. Hatta bir tanesinin adı ‘Türkleri Anlama Kılavuzu’ İnternette de bolca bu konuda yazı bulmak mümkün. Fakat ben asıl beni bu konuyu seçmeye sevk eden olayla başlamak istiyorum. Bir kurumumuz kamu çalışanları için biz dizi etkinlik organize ediyor. Etkinliklere katılmak için son başvuru tarihi ayın 22’si. Katılması planlanan kişilere duyuru ise bir ay önce, bir hafta önce bilemediniz bir gün önce yapılmıyor. Başvurunun son günü mesai bitimine yarım saat kala yapılıyor. Hemen hemen tamamının haberi başvuru süresi bittikten sonra oluyor. Peki, bu durumda kaç kişi, nasıl karar verebilir sizce? Kaç kişi başvurabilir? Başvuru sayısına bakarak yapılacak bundan sonraki değerlendirmeler ne kadar sağlıklı olabilir? Tam bizlik bir durum dedirtiyor insana ister istemez. İşin daha ilginç yanı da var. Bu durumu kabullenmişliğimiz. Hiç kimse bu sorgulamıyor bile, yani alışılmış ya da alıştırılmış. İşte garip bir özelliğimiz. ‘Bu işler böyle olur’ deyip geçiyoruz. Daha önce defalarca yaşanmış ve hatta mağduriyetler olmuş olsa bile. Olması gerekeni değil mevcut duruma göre olanı kabulleniyoruz. Elektrik kesilir, su kesilir, yol kapatılır hiçbir şey olmamış gibi hayat devam eder. Elbette izahı ve gerekçesi olanları kastetmiyorum tabi. Misalini verdiğim olayın benzerlerini sıkça hepimiz çevremizde görmüyor muyuz? Çoğu zaman olaylara bakış açımızda ilginç. Birçok olayı değerlendirirken daha kötüsünü ya da geçmişteki durumunu dikkate alarak olumsuzluğu bertaraf ediyoruz. Ölümü gösterip sıtmaya razı edilme durumu bir nevi. Sıkça duyarız; “Eskiden bu kadar da yoktu. Bunu bulduğunuza dua edin.” Peki, bunun bir standardı yok mu? Zaten her şeyin olağan bir gelişim süreci yok mu? Ya bahsi geçen fark sadece bu olağan gelişim süreci ise ve bunun dışında bir milim ilerleme yoksa? Mesela, bir başvuruyu internet ortamında yapmak sanki gelinecek en son aşama imiş gibi sunmak. Bilgisayar çağında bunu da bizden esirgemeyi düşünen yok herhalde!  İnternetten başvurduktan sonra eskiden olduğu gibi çıktısını elden teslim etmesek ona da tamam diyeceğiz ama!

Misalleri çoğaltmak mümkün. Para yatırılacak veya fatura ödenecekse galiba en son gün bizde yığılma oluyor. Başta şahsım olmak üzere çoğumuz son güne kadar bekliyoruz. Misafire ikram için aşırı şekilde ısrar ediyoruz. Tabi burada kesinlikle kültürümüzün ana unsurları olan gelenek ve göreneklerimizi kastetmiyorum. Son dönemlerde bir de her şeyimizi ‘Avrupa Standartlarına’ uydurma kaygısı başladı. Sanki dünyada bir tek Avrupa var. Başarılı uygulamalara sahip başka hiç ülke yok mu? Ya da bu Avrupa’nın bütün standartları sağlıklı mı? Bize uygun mu? Bizim millet olarak kendi yapımıza uygun hale getirebileceğimiz standartlarımız oluşmayacak mı? Türk Standartları Enstitüsü her konuda uluslar arası olmak zorun da mı? Hizmet anlayışı için Türk Standartları Enstitüsü’nden ayrı bir kurum mu kurulmalı acaba? Hizmet deyince, hizmet anlayışımızı çağrıştıran bir hikâye var paylaşmak istediğim. Birlikte okuyalım. İki katlı ve garajlı evde oturan aile tam yatmaya hazırlanırken kadın kocasına “Garajda hırsız var!” der. Adam camdan sessizce dışarı bakar, garajın ışığını açar. İki kişi eşyalardan bazılarını taşımaktalar. “Evet” der adam, “Dışarıda iki kişi var, bizim eşyaları çalıyorlar!” bunun üzerine hemen polise telefon eder: “Alo, memur bey! Şu anda bizim bahçede iki hırsız var ve garajdaki eşyalarımızı çalıyorlar. Acele ekip gönderin” der. Bunun üzerine polis; “evin içindeler mi? diye sorunca adam “hayır, garajdalar!” der. Polis adresi alır ve; “Tamam o zaman, içeriden kapıları iyice kilitleyin, ses yapmadan evde bekleyin. Eğer zamanımız ve arabamız olursa göndeririz, çünkü şu anda hepsi meşgul!” Adam telefonu kapatır ve birkaç dakika bekler. Daha sonra tekrar polise telefon eder ve “Biraz önce size evimde hırsız var diye telefon etmiştim. Hırsızların ikisini de vurdum” deyip telefonu kapatır. Beş dakika geçmeden bir sürü polis arabası ve bir ambülâns gelir, hırsızları garajda suçüstü yakalar. Memurun biri adama yanaşır; “Hani, adamları vurdum demiştiniz? der. Bunun üzerine adam taşı gediğine koyar; “Hani siz de şu anda arabamız yok, demiştiniz.”

Olması gerekenlerin hep birlikte müştereken belirlendiği ve hayata geçirildiği günlere ulaşmak için daha çok kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Kişileri ve olayları tartışmayı bırakıp fikirleri tartışmaya ve zenginleştirmeye başladığımız zaman daha objektif ve sağlıklı değerlendirmelere ulaşabiliriz. Bu günlerin yakın olması dileğiyle, sağlıcakla kalın, hoşcakalın.

Yukarı Çık