Bir konuşmasında İsmet Özel 1980 darbesinin 1983 yılında ANAP’ı iktidara getirmek için yapıldığını ancak 1986 yılında anladığını söylüyordu. Bunu 2016 yılında bile anlayamayanların olduğu bir ülkede ne yazık ki yazdıklarımız kısa sürede tekrarlanıyor. Bu yazıya başlarken yazmak istediklerimin çoğunu geçen yıl yazdığım “İyi Seyirler Güzel Ülkem” başlıklı yazımda görünce üzüldüm. Maalesef isimler değişse de özü aynı. İç savaşların yorulmadan bitmek tükenmek bilmediği bir coğrafyanın ortasındayız. Ülkemizin terör saldırıları açısından durumu malum. Doğu illerimizin çoğu ve Kilis başta olmak üzere sınırlarımızda can ve mal güvenliği yok denecek düzeyde. Komşularımız ve komşularımızla ilişkilerimiz bitmiş durumda. Buna rağmen gündemdeki tartışmalar bambaşka. Laiklik bitti şimdi başkanlık sistemi var. İktidarıyla muhalefetiyle partilerde üst kademe kavgaları gırla gidiyor.
Şimdi gelin daha önce yazdıklarımıza bakalım. “…Bu cümleden sonra ülkemizdeki olaylara hep şüpheci yaklaşmışımdır. Tek parti döneminin sonları ve Menderes’in iktidara gelişi. Sonrasındaki yıllar ve Süleyman Demirel’in iktidar serüveni. Sebepler kadar sonuçlar pek konuşulmaz ülkemizde. Sağlıklı bir şekilde tartışılmaz. 80 darbesi sonrası ve takip eden iki üç yıl içinde ülkenin hangi okyanuslara nasıl yelken açtığını pek yazmaz kitaplar. Kenan Evren’in ölümü üzerine o döneme ilişkin yazılıp çizileceklerde aynı minval üzere olacaktır. Tek kurtarıcı kahramanlara bağlanıp kalmak kadar “tek suçlu” ilan ederek olayları buradan değerlendirmek de meşhurdur güzel ülkemizde. Şimdi diyebilirsiniz ki, nerden çıktı bu diye! 28 Şubat dönemi ve sonrasını yaşamamış olsaydık bu anlatılan masallara inanabilirdik diyebilirim. Toplumsal olaylarda hep kuklaya bakıyoruz, kuklacı aklımızın ucundan bile geçmiyor. Cambazların gösterdiği yöndeki kuşa baktığımız gibi. 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi ve 28 Şubat 2007’de yaşananlar… Tüm gerçekliğiyle hiçbir zaman tartışılamamıştır. Toplumun yönlendirilmek istenildiği şekliyle kamuoyunda müsaade edildiği kadar tartışılır ve biter. Bırakın bunları şu çok yakın geçmişte, 12 yıl öncesinin Irak’a asker gönderilmesi ve yabancı ülke askerlerinin de Türkiye’ye gelmesini öngören 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin TBMM Genel Kurulu’ndaki kapalı oturum tutanaklarına bile hala ulaşamıyoruz. O dönemin sonuçları itibarıyla “çok önemli” oturumunda milleti temsil görevi verilenlerin neler söylediğini kamuoyu 10 yıllık gizlilik süresinin dolmuş olmasına rağmen nedense öğrenemiyor. Ve her nasılsa pek kahraman araştırmacı, demokrat, şeffaf açık toplumcu bilmem ne vs. kimse bunun sebebini dahi soramıyor. Geçelim, her nasılsa birilerinin tasfiye zamanı geldiğinde günlerce gündemde kalır. Yazık ki, o zaman öncekilerde olduğu gibi yine atı alan Üsküdar’ı geçmiş olur.”
Şimdi de başkanlık tartışmalarına bakalım. Öncelikle kapsamlı bir konu olduğu için burada yapacağımız değerlendirmelerin oldukça ‘üstün-körü’ tabir edeceğimiz seviyede olacağını belirteyim. Hoş, medyamızda ve toplumda da bunun ötesinde bir şey yok, o da ayrı bir durum. Parlamenter sistemin üzerine inşa edilmiş ve kuvvetler ayrılığı ilkesiyle teminat altına alındığı belirtilen ülkemiz yönetim anlayışı hiç yazılı metinlerde olduğu gibi olmamıştır. Her dönem konjonktürel dengelere göre sınırlar fazlasıyla aşılmıştır. Bu yeni bir şey değildir. Getirilmek için uğraşılan başkanlık sistemi ile savunanların ifade ettiği gibi, gelince değişen çok şey olmayacaktır. Şu an fiili bir başkanlık sistemi zaten yürürlüktedir. Hatta son on bir yıllık süreç böyle olagelmiştir. Aslında başbakan-iktidar partisi genel başkanının değiştirilmesi süreci mevcut durumun her yönüyle özetidir. Yaşadıklarımız; kurumsallaşamayan ülkelerde yaşanması kaçınılmaz olan şeylerdir. Sürpriz bir durum yoktur.
Diğer taraftan, “başkanlık sistemine geçilmesi doğru değildir” denilemez. Toplum yapımıza birçok açıdan uygun bir modeldir. Ancak zamanı kesinlikle “şimdi” değildir. Her gün onlarca insanın hayatını kaybettiği bir ülkede öncelikle ve acilen terör sorunu çözülmelidir. Komşu ülkelerle olan ve komşularda yaşanan sorunlar çözülmelidir. Sonrasında reel üretim hamlesi başlatılmalıdır. 2046 vadeli borçlanmaların olduğu bir ortamda gelişmişlik düzeyi imar ve inşaat olamaz. Hamasi ve duygusal yoğunluklu tartışmalarla götürülen bir sistem değişikliği sadece unvan ve etiket değişikliğinden öte gitmez. İktidar cephesi bu yola tevessül etse bile muhalefetin etmemesi gerekir diyorsunuz ama orası da aynı. Hükümetin getirdiği önemli sistem değişikliklerinde ciddi bir karşılama yok. Özellikle yerel yönetim modelinde yaklaşım çok alt düzeyde. Neymiş efendim; “bir gecede büyükşehir sistemi değişmiş, köyler kapatılmış, köyde yaşayan herkes kentli oluvermiş” filan. Sanki bu ülkede ilk defa böyle oluyor. Cumhuriyetin ilanı kaç gecede gerçekleşti? Harf devriminin yapıldığı gecenin sabahında herkes cahil olarak uyanmadı mı? Uzatmayalım, başka yazılarda ayrıntıya gireriz. Bir ülkede iktidar gücü dış dinamiklerin aşırı etkisi ile oluşuyorsa muhalefeti bundan gayri zaten tutamayız.
Bitirirken, tekrarlayalım. Yüz yılı aşkın maruz kaldığımız şu melanet oyunların tesirinden çıkıp gerçeklerin farkına varabilmek umuduyla sağlıklı, huzurlu ve mutlu kalın, hoşcakalın.