Komşumuz Suriye’de devam eden iç savaş ülkemizi ve dünyayı etkilemeye devam ediyor. Geçtiğimiz hafta müdahalenin eşiğinden dönülmüş olsa da halen ABD başta olmak üzere bazı ülke meclislerinde konu tartışılıyor. Her an her şey olabilir. Suriye konusunda önceki yazımızda düşüncelerimizi yazdık. Hayretle, ibretle ve ağzımız açık yapılan açıklamaları takip ediyoruz. Bu açıklamalardan birisi var ki değinmeden geçmek olmaz. Seçilmesinde Türkiye’nin sessiz kalarak pasif destek olduğu NATO Genel Sekreteri Rasmussen, yaptığı değerlendirme toplantısında özetle, Türkiye’yi biz koruruz diyor. İngiltere’nin bile Suriye’ye askeri müdahaleden son anda vazgeçtiği yerde galiba bize “siz girin biz arkanızdayız” demeye getiriyor. Neyse biz lafa değil de şu NATO’ya bir bakalım.
1952 yılında, Adnan Menderes zamanında Kore’ye asker gönderme cesaretimiz(!) sonrası dâhil olduğumuz ve sık sık ittifak içindeki önemli rolümüzden dolayı teşekkür iltifatları aldığımız NATO’yu Milli Gazeteden Abdülkadir Özkan, “Türkiye’yi Suriye’ye karşı NATO koruyacakmış!.” başlıklı yazısında tahlil etmiş. Böyle bir korumanın muhtemel sonuçlarına dair tespitleri yazıdan birlikte okuyalım. “Türkiye’yi Suriye’ye karşı koruyacak olan NATO ve açıklamayı yapanın da NATO Genel Sekreteri olduğuna göre ciddiye alınması ve üzerinde durulması gereken bir açıklama olduğunda şüphe yok. Ayrıca NATO’nun Türkiye’yi bir dış saldırıya karşı koruması da bu örgütün kuruluş amacı içindedir. Yani NATO üyesi ülkelerin üçüncü bir devlet tarafından saldırıya uğraması halinde ittifakın harekete geçmesi doğaldır. Ancak, üzerinde durmak istediğim husus NATO’nun böyle bir görevi olmakla birlikte gerçekten harekete geçip geçmeyeceği değildir. Sadece geçmişe dönük bir yolculuk yapmak, NATO’nun hangi amaçla kurulduğunu hatırlatmak istiyorum.
Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkmış olan Demirperde ve Hür Dünya olarak nitelendirilen iki blok iki ayrı askeri ittifak oluşturdular. Hür Dünya’nın oluşturduğu ittifakın adı NATO, Demirperde’ninki ise Varşova Paktı idi. Yani, Hür Dünya kendisini savunmak; özellikle Sovyet yayılmacılığını engellemek iddiası ile NATO askeri ittifakını kurarken buna karşılık Sovyetler Birliği de Varşova Paktı’nı oluşturmuştu. Diyebiliriz ki bu iki ittifak Sovyetler Birliği ile ABD’nin birbirine karşı bir meydan okumasıydı. Kuruluşundan, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve buna bağlı olarak Varşova Paktı’nın iptaline kadar bu iki ittifak doğrudan çatışma noktasına gelmedi. Netice itibariyle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından NATO’da varlık sebebini kaybetmiş olmakla birlikte yeni düşman olarak İslam ve Müslümanlar belirlendi ve varlığını bugüne kadar korudu. Ne gariptir ki, Müslüman bir ülke olan Türkiye’de bu ittifak içinde varlığını korumayı sürdürdü. Türkiye’yi yönetenler oturup, mademki NATO’nun yeni hedefi İslam ve Müslümanlardır öyle ise artık bizim burada yerimiz olamaz demedi, deme gereği duymadılar. Hâlbuki duymaları gerekirdi, en azından NATO’nun yeni düşman İslam ve Müslüman ülkeler olarak belirlenmesi engellenmeliydi.
Gelelim şimdi işin bir başka boyutuna. NATO Hür Dünya’yı Komünizmin yayılmacılığına karşı korumak üzere kurulmuş ve Türkiye’de bu maksatla ittifak içinde yer almış ise gelinen noktada Suriye’den bir saldırı söz konusu olursa ülkemizi NATO’nun koruyacak olması düşündürücü değil mi? Yani NATO ittifakı olmasaydı, Türkiye kendisini muhtemel bir Suriye saldırısına karşı koruyamayacak mıydı? Eğer böyle ise NATO Genel Sekreteri’nin gazetelerde, “Türkiye’yi koruruz” başlığı altında yer alan açıklaması rencide edici değil mi? En kısa zamanda Türkiye’nin herhangi bir saldırıya karşı kendisini koruyacak, hatta saldıranları saldırdıklarına pişman edecek gerekli askeri güce ulaşmasının gayreti içine olunması gerekmez mi? Dünya üzerinde söz sahibi güçlü bir ülke olmanın yolunun kendi askeri ihtiyaçlarımızı kendimizin ürettiği bir noktaya gelmek durumunda olduğumuzu görmek durumunda değil miyiz? Eğer hâlâ bu noktaya gelememiş, bir Suriye saldırısını bile defetmek için NATO’ya ihtiyaç duyuyorsak, yıllardan beri atılan, “Muasır medeniyet seviyesine ulaşma” nutuklarının bir anlamı olmadığı ortaya çıkmış olmaz mı?
Özkan yazısının sonunda, halkı Müslüman iki ülkenin karşı karşıya geldiğinde NATO’nun devreye girmesinin gerilim ve husumeti arttıracağına, uzun yıllar telafi edilemeyecek düşmanlıklara yol açabileceğine dikkat çekiyor. Çözüm için de; “Hâlbuki Müslüman ülkeler arasında sorunlara Müslüman ülkeler çare bulmalı, iş çatışmaya varmadan barış sağlanmalıdır. Yeni düşman olarak İslam ve Müslümanları belirlemiş olan NATO’nun iki Müslüman ülke arasında birini diğerine karşı korumaya soyunmasının mantığını birileri izah edebilirler mi? Bunun için diyoruz ki, Müslümanlar öncelikli olarak her alanda kendi ittifaklarını oluşturmak, ihtilaflara bu yolla çözüm bulamak durumundadırlar” diyor. Kosova ve Makedonya ziyaretinde üzülerek gördüğüm NATO bayrakları kadar bu açıklamalarda içimi burkuyor. Yeni yazılarla tekrar buluşuncaya kadar sağlıklı, mutlu ve huzurlu kalın, hoşcakalın.